Süleyman ve Ayşe’nin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi Beyza. Akçalı ailesi, İzmir’in Kavaklıdere köyünde tarım ve hayvancılıkla yaşamını sürdürmekteydi. Beyza’nın doğumuyla artık tam bir aile olmuştu Akçalılar.
Kavaklıdere, İzmir Kemalpaşa caddesi üzerinde seyrederken Belkahve’nin hemen karşısına düşen kendi halinde bir köydü. Ege’nin bereketli topraklarının, küçük parçalarından biriydi Kavaklıdere. Başta zeytin olmak üzere her tür sebze ve mevyeyi yetiştirmek mümkündü. İşte Akçalı ailesinin yaşam öyküsüne ev sahipliği yapan bu köyde günler; o eski günler, zaman; o eski zamandı.
Süleyman ile Ayşe görücü usulu evlenmişti. Süleyman’ın derme çatma dünyasına; bir karyola, bir kilim ve bir sandıktan ibaret çeyiziyle gelen Ayşe mutlu muydu bilinmez sezilirdi ancak o devirde. Yeni bir hayat başlamıştı bir göz oda içinde. Nohut oda bakla sofa yerini bulmuş, Ayşe yeni hayatına başlamıştı.
Önce Beyza dünyaya geldi, iki yıl arayla Müzeyyen ve Kadri’yi aldı kucağına Ayşe. Aradan geçen yeni bir yılda da Orhan’ı eklediler minik ailelerine. Öyle pek minik de sayılmazlardı artık. Altı kişilik kocaman bir aile olmuşlardı.
Süleyman babadan kalma küçük arazilerinde, zeytinciliğin yanı sıra şeftali, kayısı, ayva, nar başta olmak üzere meyvecilik ile uğraşıyordu. Öte yandan evin bitişiğine konumlanmış, damda ailenin ihtiyaçlarını karşılayacak hayvanları besliyorlar, ihtiyaç fazlası süt ve yumurtayı köye veya civar köylere satıyorlardı.
Çocuklar palazlandıkça Ayşe ve Süleyman’ın üzerinden birer ikişer yükleri almaya başladılar. Bu arada Beyza büyüdü, serpildi, on üç yaşında güzel bir genç kız oldu. Köyün genç kızlarıyla düğünlerde boy göstermeye ve dikkat çekmeye başlamıştı.
Köyde herkesin kirli çamaşırlarının yıkandığı “küçük çay” denilen harika bir yer vardı. Yemyeşil ağaçlarla süslü, kıyısında küçük yengeçlerin dolaştığı derenin, minik çağlayanına yakın yerinde yıkanan çamaşırlar tertemiz olurken, derenin daha sığ üst kısmında çocuklar ağaç kabuklarından yaptıkları gemileri yüzdürürlerdi. Küçük çay’a Beyza ile Müzeyyen çamaşıra gittiklerinde işlerini çarçabuk bitirip evlerine dönme telaşına düşerlerdi. Çok konuşmaz, dedikodulara karışmaz ama kim ne yapmış ne etmiş dinlemekten de geri kalmazlardı. Koskoca bir saat içinde aralarında şu kısa konuşma geçti;
Beyza: Müzeyyen, yarın babamla tarlaya sen gidiver, ben damı temizler, hayvanları yemlerim, sonra da ekmeği yoğurur fırına verir, evi siler süpürürüm.”
Müzeyyen: Olur ablacım, geç kalma da sonra çay demler otururuz, sana yeni yapacağım kanaviçe örneğini göstereceğim.
Köydeki rutin herkesi daha bebekken sarardı. Herşeyin zamanı vardı, sabah vakti erkenden kalkılır, tan ağarmadan hatta. İnek ve keçiler sağılır. Yemleri, suları verilir. Bahçedeki taş fırına ekmek verilir, sofra kurulur, folluktan yumurtalar alınır, bahçe yıkanır, salatalık , domates , yeşillik toplanıp bir güzel sofra donatılırdı. Yoğurt, süt, ayran , tereyağı evde yapılır, Yazlık kışlık erzak hazırlanır. Yaz ve kış temizlikleri yapılır. Temizlik, yemek ve işler bitince gezmeye de muhakkak gidilirdi.
Çaydan döndüklerinde annelerinin yaktığı odun ateşinde demlenmiş çaydan birer bardak koyup soluklandılar. Erken kalkar, pek çok işi yapar, sızlanmazlardı. Çalışkan, sorumluluklarını küçük yaşta almış, ruhu yetişkin küçük canlardı onlar. Çamaşırın yorgunluğu bir demli çayda atılmış, ev köşe bucak temizlenmişti. İkindiye kadar işleri bitirip aşağı mahalledeki akrabaları “Huri Teyze”lerine azıcık oturmaya gideceklerdi. Planlar babalarının eve erken gelmesiyle değişti. Gezme başka bir güne ertelendi. Süleyman efendi özellikle akşam ezanından sonra kimsenin dışarıda olmasını istemezdi.
Çatık kaşlı, sert yüz hatlarına sahip kaytan bıyıklı, esmer, fazla konuşmayı sevmeyen, sevdiğini belli etmeyen, aslen yumuşak yürekli, mizacı pek ciddi bir osmanlı erkeğiydi. Konuşmaktan çok evde işaret dili kullanılırdı. Çocuklar yıllar içinde bu dili de öğrenmişti. Kaşlarla, gözlerin anlattığı bu dili köyde hemen hemen herkes anlıyordu. Misafir gelince daha bir ehemniyetliydi anlatılanı anlamak. Hele bir anlamazsan, misafir gidince vay haline. Beyza’nın konuşmak yerine niye böyle işaret dili kullandıklarını anlaması, omzunu teğet geçen annesinin iki terliği sonrası ani bir kabullenişle gerçekleşti. Komik bir durumdu. Kabullenmiş gibi görünsede yüzünde hep bir tebessüm olurdu. Diyelim misafir geldi; annesi başını kolonya şişesinin olduğu tarafa eğip kaşlarıyla şişeyi işaret etti mi, misafire kolonya ver demekti. Ne içersiniz? diye sorulduktan sonra evin kızlarından biri ile göz teması kurulur, işin kendisinde olduğunu anlayan mutfağa yönelirdi. Yemek yerken de su alabilir miyim yerine, kaşlar kalkar gözler suyu işaret ederdi. Bu, su verir misin demekti. Beyza bunu babasına sorduğunda sofraya saygı göstermek gerek demişti babası. Öyle kırk saat sofrada eylenilmezdi (1) Süleman bey gelmeden sofra bezi serilir, yer sofrasını kurulur, tahta kaşıklar, bakır kaplar, kupalar sıralanırdı. Süleyman bey eve gelip ellerini yıkarken anne yemekleri ısıtır, bakır tencereyi sofraya koyardı. Baba sofraya oturduktan sonra çocuklar da etrafına sıralandı mı, çıt çıkmazdı. Süleyman bey “-Yemek yendiği gibi sofra kaldırılır, kaldırılmazsa melaikeler (3) kanat gerer.” derdi. Zaten sofra da yeme içme işi bitince kalkıp toplanma, kahve pişirme ve az sohbet sonrası yatma sırası gelirdi.
Ayşe’de yokluk içinde büyümüş, savaş yıllarını görmüş, yoktan var etmeyi bilen bir annecikti. Süleyman otoriterdi amma velakin az dikkatli bakan gözlerindeki sevgi ışığını ve yüreğinin sıcaklığını hemencecik hissediverirdi. Ayşe ve çocukları bu otoriter yapıyı iliklerine kadar hissediyordu. Hele Müzeyyen; babasından gördüğü otoriter yapıyı ileride kendi çocuklarına ve hatta torunlarına bile aşılayacağını elbette ki o zamanlar bilmiyordu. İleride torunlarına babasıyla olan anılarını aktaracağından habersiz o zaman içinde büyüyordu.
Ertesi gün, akşam konuştukları üzere Müzeyyen sabah namazını müteakip babasıyla tarlaya çapaya yollanmıştı. Öğle üzeri geri döneceklerdi. Beyza’nın evdeki işleri toparlayacağını dün gece yatmadan önce kararlaştırmışlardı Ancak eve döndüklerinde Beyza’nın hastalandığını öğrenecek olan Müzeyyen ev işlerini de yapmak zorunda kalacaktı. Akşam yemeğinden sonra mutfağı da toparlayıp yatmaya çekildi.
Kadri ile Orhan yaşça küçük olduklarından işlere pek faydaları dokunmuyordu. Hayvanları yemleyip otlamaya götürebiliyorlardı ama geri döndüremedikleri için bazen günlerce kaybettikleri hayvanlarını dağlarda aramaya çıkıyorlardı. Hatta bir keresinde Orhan’da abisinden ayrılıp kaybolunca bütün köy birlik olmuş karanlık basmadan hem Orhan’ı hem kaybolan 3 koyunu aramaya koyulmuşlardı. O günden sonra hayvanların otlatılması işini de Müzeyyen üstlenmişti. Hem kardeşlerine hem hayvancıklara göz kulak olmak zor işti elbet. Yine de söylenmez ne görev gelirse elinden geldiğince yapardı.
Müzeyyen daha çok babasını model alan disiplinli sert mizaçlı, kalbi sevgi dolu biriydi. Beyza’nın ise gözlerinin içi gibi yüzü de hep güleçti. Kadri ile Orhan ikisinin arasında bir simadaydı. Yıllar sonra Beyza’nın bu güleç simasında; çenesinin iki yanında, erik tanesi gibi topikler oluşacaktı. Beyza sevimli ama bir o kadar da yalnız ve hüzünlü bir ihtiyar olacağını kime sorsan inanmazdı o güzelim gençlik yıllarında.
Beyza yapı olarak zayıf bünyeli daha da ötesi zora gelemeyen biriydi. Zamanla Müzeyyen ev işlerinin yanında babasının da yükünü üstlenmek zorunda kalacaktı. Çünkü ablasına aniden görücü gelecekti.
Ve bir sabah kahvaltının ardından anneleri folluktan yumurtaları toplamaya koyulmuşken, eve giren çıkan belli olsun diye kapıya bağladıkları inek çanlarının sesini duydu;
Komşu: -“Ayşe abaaa, huuuu, evdemiinnn?”
Ayşe: – “Geliyom, geliyom, az bekle.”
Komşu: -“Hayırlı haber var komşum.”
Ayşe: -“Hoş geldin, hayır olsun bakam, hayırdır?”
Komşu: -“Hayır, hayır, senin Beyza’ya talih kuşu vurdu Ayşe, Kostak Emin’i bilirsin”
Ayşe: -“… ha ha bildim kız, de bakem hele”
Komşu: -” hah işte O’nun dayısının oğlu sümüklü Hüseyin’i bildin mi?
Ayşe: -“… yok bilemedim, çıkaramıyom.”
Komşu: -“Canım anası Kemalpaşa’ya gelin gittiydi ya, hani varlıklı diye verdile de oğlanın bi dikili ağacı yoktu.”
Ayşe: -“Ha, ha, ha, tamam bildim. Kız Allah canını almaya, hadi de gari ne deyeceksen.”
Komşu: -“Hah iste onun oğlu. Bayram seyranda gelirlerdi yingelerine el öpmeye de, bizim oğlanlar sümüklü diye dalga geçerdi hani.”
Ayşe: -“Eee, n’olmuş komşum?”
Komşu: -“O sümüklü oğlan, mürekkep yalamış, muallim olmuş, vakti geldi diye hayırlı bi nasip ararlarken, senin Beyza’yı geçenki düğünde oynarken görmüş, beğenmişler. İstemeye geliveceklermiş. Eh, elçiye zeval olmaz, bana müsaade komşum. Sen Süleyman Efendiye münasip bi dille deyiver, gayrı ben haber bekliyom senden.”
Ayşe: -“Vay başıma gelenler, gııız çok küçük benim Beyza’m daa on üçüne yeni bastı, du bakalım, ya nasip.”
Komşu: -“Valla Ayşe aba, bu zamanda mürekkep yalamış kaç kişi var, aha bak bizim köyde hiç yok. Sen var düşün taşın. Hadi kal sağlıcaklan. Haber ediverin Müzeyyen’le bana.
Ayşe: -“Allah razı olsun haberi getiren götürenden komşum, sağlıcaklan kal abacım.”
Ayşe çok şaşkındır. Beklenmedik bir vakitte tez karar vermeleri gerekmektedir. Beyza, Müzeyyen gibi cabbar , çekip çevirebilemez. Ama böyle kısmette her kula nasip olmaz. Öyle ya, köyde muallime kızını vermeye meraklı ne çok ev vardır. Kafası karışıktır. Süleyman efendi nasıl karşılar? bilmez. Nasıl söyleyecek bilmez. Üstüne yatar o gece. Uyuyamaz, sabahı sabah eder. Sabah olunca Süleyman’la Müzeyyen’i tarlaya gönderdiği gibi, Beyzayı ev işlerine koyar, bi koşuda soluğu Ruhsar Abacığının evinde alır. Olanı biteni bir çırpıda anlatıverir Ayşe. Ruhsar Abla; önce dinler. Ayşe konuşmasını bitirince, yüzü gevşer, kahkahayı basıverir; -“Ayol, beni Hasan’a verdiklerinde on yaşındaydım, on üç yaşında benim Veli doğduydu. Sevin bacım, sevin”. Ayşe kafası hepten karışmış vaziyette eve döner. Süleyman efendi, akşam yemeğinden sonra tütününü sarmış, cigarayı yakmış, bir tutam mercanköşkü kahvesine batırmış keyif yapıyordu. Ayşe düşünceli, bahçedeki limon ağaçlarına su veriyordu. Düşünceli hali; göle dönmüş limonların dibinden belli oluyordu. Bunu gören kocası Ayşe’yi yanına çağırdı.
Süleyman: -“ N’oldu hatun, pek düşüncelisin?”
Ayşe: -“Öyle ya.
Süleyman: -“Anlat bakalım.
Ayşe: -“Dün Huri aba geldi, Kostak Emin’in Kemalpaşa’daki dayısının oğlu Hüseyin’e Beyza’yı istiyolar, muallim olmuş oğlan.”
Süleyman: -“Tevekkeli dün gece sabahı sabah ettin. Bu günkü günde de ağzını bıçak açmayışından anladıydım dilinin altında bi bakla olduğunu. Oğlan muallim olmuş ha, Beyza biliyo mu?”
Ayşe: -“Yok, Müzeyyen’le zeytine gitmişlerdi.”
Süleyman: -“Düşünelim bakalım, kızın yaşı küçük daha. Bir iki sene nişanlı kalmayı kabul ederlerse, muallime varmasını bende isterim elbet. Çağıralım gelsinler hanım, insanlar konuşa konuşa demişler. ”
Ertesi gün Huri’ye Orhan’la haber yolladı Ayşe Hanım. Haberi alan Huri öğleden sonra Ayşelere geldi.
Ayşe: -“Karşılıklı görüşelim, Beyza çok genç daha, nişanlı kalmayı kabul ederlerse olabilir.” dedi.
Aradan bir hafta geçmedi Hüseyin ve ailesi Kostak Emin’in önderliğinde Beyza’lara hayırlı bir iş için geldiler. Beyza yanakları elma şekeri gibi kırmızı, minyon tipiyle Müzeyyen’in pişirdiği kahveleri görücülere ikram etti. O gece oğlan tarafı Süleyman Efendi’nin söylediklerine katılmış, bir süre nişanlı beklemelerinin uygun olacağını belirtmişti. Birkaç ay sonra Hüseyin’in tayinin Tokat’a çıkmasıyla çarçabuk evlenip gurbete gideceğini bilmeyen Beyza ise tuhaf duygular içindeydi, yaşıtları arasında çocuğu olan arkadaşları da vardı, henüz çeyizini hazırlayan arkadaşları da vardı. Ama herkese birer ikişer görücü çoktan gelmişti bile. Beyza kendisinin de beğenildiğini anlamış, üstelik damat adayının muallim olması arkadaşları arasında bahislerinin geçmesine neden olmuştu. Sadece kızlar arasında değil tüm köy muallime varacağını konuşur olmuştu.
Bir iki yıl beklemeyi planlayan Akçalı Ailesi düğüne ilişkin hiçbir hazırlık yapmamıştı, Henüz çeyizlere bile başlanmamıştı. Beyza’nın kanaviçe işlediği bir nevresim takımını saymazsak. Derken iki ay sonra Hüseyin’in tayininin çıktığı haberi eve kabus gibi çöktü. Beyza’da bu iki ay içinde iki kez Hüseyin’le karşılaşmış, köy düğününde uzaktan kesişmişlerdi. Beğenmişti Hüseyin’i. Beyza ise beğenilmeyecek gibi değildi. Gülünce yüzünde güller açıyordu. Ve beklenen oldu. 1 Hafta içinde apar topar evlendiler, önce imam nikahları kıyıldı, sonrada köylü deyimiyle Hökümet nikahı. Küçük bir bohça çeyiziyle bembeyaz güleç Beyza Tokat yollarına düştü, yakışıklı eşiyle.
Süleyman Efendi ile Ayşe Hanım bu ani evliliği içlerine sindirememişlerdi ama damadın muallim oluşu biraz olsun rahatlatıyordu onları. Hep duydukları bir söz vardı; “Okumuş insandan zarar gelmez”. Efendi, uslu birine benziyordu Hüseyin. Aile istihbaratında da bir olumsuzluğa rastlamamışlardı. Kostak Emin köyün yerlisiydi, kimseye karışmaz, kendi halinde eşi ve iki çocuğuyla yaşam gayesindeydi. Ama genede Beyza daha çocuktu.
Aradan üç ay geçti Süleyman Efendi Beyza’dan bir telgraf aldı; Beyza gebeydi. Annesini doğumda yanında istediğini söylüyordu. Üstelik ziyaretlerine gelmelerini de istediğini belirtmişti.
Ana yüreği telaşlandı, acaba ters giden birşeyler olabilir miydi? Endişelerinde haklı olduğunu 4 ay sonra anlayacaktı.
(Devamı gelecek….)
(1) Boş yere vakit geçirmemek.
(2) Tahta; yuvarlak olup altında iki adet çapraz duran bacakları olan, bağdaş kurup yere oturulduğunda masa vazifesi gören, o dönemin meşhur yemek masası.
(3) melekler
© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.
Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundur. Resmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.