Değişim…

© Copyright 2015 Corbis Corporation

“SEN DÜNYASIN… O yüzden SEN değişirsen.

Dünya değişir…”  OSHO

 

Hayatta herkesin bir hikayesi var değil mi?

Ya da biz hikayelerle anlam bulmayı seviyoruz diyelim.

Kendi hikayelerimizin kahramanları olarak dünya üzerinde yaşıyoruz.

Ve bir gün bir şeyler eskisi gibi gitmemeye başlayınca duruyoruz.

Bir şey/ler bize rahatsızlık veriyor.

Belki eskisi kadar mutlu hissetmiyoruz.

Bazen de içimizde bir his uyarı halinde; duy beni diye…

Kimimiz bunu görmezden gelebiliriz, hazır olmadığımızdandır bu durum.

Kimilerimizse o ilk muhteşem soruyu sorar ki o ilk tetikleyicidir.

Soru: Ne oluyor?

İlk soru gelince ki sorunun türü yaşanılan olaya, hissedilen duyguya, duruma göre değişebilir.

Her ne olursa olsun o ilk soruyu sorduk mu, arkası gelir.

Bunu bir metaforla anlatsam şöyle derdim; Bir baraj düşünün, bir yerden bir çatlak oluştu.

İlk damlayı sızdırır ya, o ilk sorudur işte. O baraj bizim kendi çıkmazımızdır.

Ve hazır olduğumuzda, yıkılmaya mahkumdur. Çünkü doğası gereği su, akış halindedir.

Gün gelir tüm setleri yıkar…

 

Benim değişim hikayemin başlangıcı da sağlığımdı. Sağlıkla sınandığım yirmi yıl…

Önce beden sağlığım için çabalamam gerekti.

Ancak sonrasında ruh sağlığımdaki sinyalleri duymam gerekti.

Bu döngünün yıllarca devam etmesi benim her seferinde daha büyük bir değişimi kucaklamamı sağladı.

Yok olmak ile var olmak arasında geçen bir değişim hikayesiydi benimkisi…

VHL Sendromu ile doğmuştum. Genetik bir mutasyon, hayatımı değiştiriyordu.

Değişim bir seçim değil bir kavram olarak ele karşımdaydı.

Bu yüzden başladığım okuma serüveni ile profesyonel koçluğa adım attım.

Ardından yüksek lisansta sosyal bilimlerde insan çalışmalarını seçtim.

Ve pek çok bilginin peşinden koşarak bugüne vardım.

Her uyandığım gün, yeni bir şanstı, hala öyle…

Her nefes aldığımda bir şeyler keşfetmeye çalışıyorum…

Ne kadar çoğalırsam sanki o kadar azalıyorum…

Bazen değişimin hızına yeteri kadar ayak uyduramıyorum.

Bazı teknolojik değişimleri kavramakta güçlük çekebiliyorum.

Yılmadan devam etmeye niyetim.

Kurumsal hayatla olan bağlarımı Bireysel hayatla değiştirdim.

Özgürlüğün bin bir tonunda yeni yeni ipekler görüyorum.

Yavaşlamak ne demek? Durmak ne demek? Hayır demek ne demek?

Sadece kendimle söyleşilerin olduğu, canımın istediği şeylerden kurulu, eski ipeğe çok garip bir yaşamın içinde yüzüyorum.

Dostlarım gerçek, kahve keyfi telaşsız, okumaların süresi kaliteli…

Kimliklerim daha net. Ne istediğimi biliyorum. Bilmediğimde de bırakıyorum, cevaplar geliyor…

 

Herkesin hikayesi farklı olsa da hepimize çağrı/lar yaşam boyu hep gelir.

Değişimin çağrısını duyuyor musunuz?

Duyduğunuzda kulak veriyor musunuz? Kulaklarınızı tıkıyor musunuz?

Halının altına mı süpürüyorsunuz?

Evet her şey hazır hissetmekle başlıyor.

Değişim, kendi içinde dinamikler taşır. Emek ister, aksiyon bekler…

Bazen çok hızlı değişirsiniz, sindirilmez, biraz gerilemek gerekir.

Yeniden güçlü adımlar için bu bir ihtiyaç olabilir.

Her değişimde, kendimize şefkat en büyük sermayedir.

Değişimin mihenk taşı “Cesarettir”…

Ben değişim için yoldayım, bazen o beni yönetir, bazen ben onu.

Anlarız / anlamayız birbirimizi, yine de duyarız sesimizi…

Sizin değişim hikayeniz nerde başladı?

Yolun neresindesiniz?

Başlamaya/ilerlemeye hazır mısınız?

 

“Binlerce kilometrelik bir yolculuk bile tek bir adıma başlamak zorundadır.”  Lao Tzu

 

İpekçe…

 

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundur. Resmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.

Ekmek Aşkına

WhatsApp Image 2018-11-29 at 13.54.28

Latife hanım sıcak güneşli günlerin sabahlarında daha bir canlı, daha bir kıpır kıpırdır. Pembe çiçeklerden bezeli elbisesini üstüne geçirir, ak düşen saçlarını tarar, sırrı yer yer dökük aynasında… Mutludur küçük, kendine yeten, şükürle bezeli huzur yuvasında. Kendisi yaratmıştır o dünyayı. Mülayim beyle tanışalı beri dünyası hep mutludur Latife hanımın… Mülayim beyle tanışmalarına vesile olan kasabanın o eski fırını, zamanla aşklarını da yoğurmuştur. Mülayim bey, unlu elleriyle koşarak dışarı çıkıyordur. Gelen un çuvallarından birine acil ihtiyacı vardır. Çünkü ekmek teknesine un yetiştirmelidir, ustasını kızdırmadan yetişmelidir. O düşüncelerle aceleyle çıkarken Latife hanımın fırına girdiğini görmez. Çarpışırlar… Mülayim bey sendeleyip un çuvallarının üstüne kapaklanır. Latife hanımın üzerinde yine çiçekli bir elbise; bahar gibi, ışık gibi.  Tüm bu olanlar dün gibi..

Anıların çekmecesinin anahtarının neyle açılacağını kim bilir… Latife hanımda gümüş tarağını konsolun üzerindeki yerine bırakırken aklına gelen çarpışma haliyle yüreği o ilk günün heyecanına tutuldu. Derken Mülayim beyin sesi anıların bulutunu araladı. Mülayim bey, Latife hanımdan yanına gelmesini istiyordu. Sohbet çayı demlenmiş, keyif zamanı gelmişti. Yıllar yılları kovaladı, ekmeğin emeği, aşkın emeğine can oldu… Mülayim bey güneş sarısı saçlarından yıllara taviz vermedi. Yeşil bakan gözleri hep sevgiyle, sıcacık sözlerle yumuşacıktı. Herkesin sevdiği, saydığı bir ağabey, babaydı. Bir çocukları olmuştu: Müjgan. Müjgan sekiz yıl önce kasabanın yakınındaki baraj inşaatına gelen mühendis beydi. Kasabada kalıyordu. Müjgan terzilik yapıyordu. Tanıştılar, evlendiler, büyük şehire yerleştiler. Bir çocukları oldu. Hasretlik Latife hanımla Mülayim beye azıcık dokunuyordu. Mülayim bey Latife hanımı “ekmek nerdeyse evin de orda olacak” diyerek avutuyordu. “Bir lokma taze ekmeğin kokusu etrafında birleşmeyen açlık görülmüş müdür dünyada? Bizi de buluşturan açlık değil miydi ha Latife’m?” diye sordu Mülayim bey eşine. Latife hanım: “bizim açlığımız sevdaya olan açlıktır, ikisi aynı olur mu bey?” diye sitemkar bir sesle savundu aşklarını.

Ekmek, hele bir de fırından yeni çıktıya, o soğuk kış günlerinde ısıtır elleri eve varana kadar. Sevgi de karşılığını bulduysa ısıtır yürekleri o son nefese kadar… Latife ile Mülayimin aşkları da o son nefese kadar ısıtıyordu birbirlerinin yüreğini… Evlendiklerinden beri Latife evde ekmeğini Mülayim beyin aşkıyla mayalar olmuştu. Mülayim bey tüm bildiklerini paylaştı sevdiceğiyle. Öyle vakit kaybetmediler o çarpışmanın üstüne hemen evlendiler, hemen Müjgan geldi hayatlarına. Değer bilinince, kıymet yerli yerinde verilince, saygı, sevgi serilince; coştu yürekler, bereketlendi evler… Mülayim bey kendi fırınını açtı, kasabanın üçüncü fırını… Latife hanım evdeki ekmek üstadlığını kaptırmadı kimseciklere.

Yıllarca yulafı, siyezi karıştırdılar ama aşklarına hiçbir yalan karıştırmadılar. Ekmek aşkına bir ömür yazıldı. Latife’nin ve Mülayim’in emeği, İpeğin diline dolandı. İpek kasabanın delisi. Çocukları bakar kendisine, yarım akıllı. O yarım aklında kalanlarla bir ekmek yaptı tam buğdaydan günün birinde. Zamane delisi işte, çekti resmini, koydu sosyal medya içine… O ekmek sunulmuştu mavi dantel örtüler içinde. Ekmeğin kokusunu Mülayim beyden bildi. Ama Mülayim bey sadece Latifenin kokusunu…

Ekmek aşkı, yılların aşkını içinde taşıdı. Zaman hangi zaman bilinmez ama koku hep aynı kokuydu.

İpekçe…

29.11.2018

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundur. Resmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.

SEVGİ

 

 

 

20160424_102739Sevgi; sözsüz iletişimin en kıymetli çağlayanıdır.
Taşsın tükenmesin istersin.
Tüm hücrelerine güneş gibi sızabilir, hissedersin…
Sevgi peşinden koşturur insanı.
Yokluğu hemen fark edilir.
Nadide bir ihtiyaçtır.
Saf, koşulsuz ve şefkatli olduğunda doyurucudur.
Sadece öyle içinden hissetmekle olmaz.
Sevgiyi hem hissetmeli hem de hissettirmeli insan…
En kolay çocuklar ayırt eder sevgiyi.
Kolayca anlayıverirler; gerçek mi? , değil mi?
Büyükler de anlar elbet. Sevgi gerçek değilse, anlamazdan gelir…
Konduramaz, zamanı değil der, zamanla der…
Zaten sevgi varsa vardır, anlarsın.
Tüm çıplaklığıyla karşında durur.
Çocuk olmaya gerek yoktur görmek için.
Çocuk gözlerle bakan da fazlasını koyar gönül ceplerine elbet…
Sevgi iki kişi arasına konan mesafeleri sevmez.
İnsan sevildiğini gözlerden, sözlerden, mimiklerden, davranışlardan anlar.
Temas sevginin taçlandırılmasıdır.
Sırtının sıvazlanması iyi gelir insana…
Tatlı bir söze karşı duracak insan yoktur.
Kim çok verirse yaklaşırsın, sığınırsın, kök salarsın.
Sevgi koşulsuzsa köklerinden, koşulluysa çevrendendir.
Koşullu olarak çevrenden gelen de kabulündür.
Ancak insan hep koşulsuz ve sonsuz olanı arar.
Köklerine kök salacak bir eş bulduğunda sevgi değeri katlanarak büyür.
Sevgi sınır tanımaz.
Kilometrelerce uzak da olsan bilirsin ve hissedersin sevildiğini.
Mekana bağlı değildir.
Sınırsızdır.
Sınırsızca sevebilir insan.
Zamanla değişebilir; dozu artar ya da azalır ve hep vardır.
Sevgi nötr kalmayı becerebilsen bile sezilebilen bir duygudur.
Gönülden gönüle akan ve enerjisi olan bir kavramdır.
Sevgi korunabilir; bir kez tanırsın, seversin, yıllarca görmesen bile o sevgiyi koruyabilirsin…
Sev fiilinden sevgi doğar, sevgiden sevgili.
İnsan olana çok yakışır sevmek, sevgi ve sevgili…
Giyinirsin, kuşanırsın sevgiyi ve sımsıkı sarılırsın sevgiye.
Mutlu eder, güldürür, pozitif duyguların seni çepeçevre sarmasını sağlar.
Sevgi; her gün bol bol alındığında sağlıklı ve zinde tutar insanı.
Sarılmak, sevginin en tatlı tezahürüdür.
Yüreğindeki tatlı telaşların gözlerdeki ışıltısıdır…
Sevgi ilgidir, bağ kurmaktır.
Yakın hissetmektir.
Görülmektir.
İnsanın varlığını anlamlı kılandır.
Yaşama bağlayan, bağları çıpalayandır.
Canlı, cansız her varlığa duyulabilen hisler zinciridir.
Bir insanın duyguları içindeki en değerli hazinedir.
Girdap gibidir, alır içine savurur, kavurur…
Demlenir ve durulur insan sevgiyle…
Sevginin her hali güzeldir.
Canına can katar, ruhuna tat…
Naiftir.
Empati ister, saygı ister, emek ister…
Emek, sevgideki en büyük harçtır; sevginin olmazsa olmazıdır.
Sevgi bu anlattıklarımdan veya anlatacaklarımdan çok çok daha fazlasıdır.
Sevgi bu dünyaya ait olmayan bir kavramdır.
Sözün özü; sevgi tanımsızdır.

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundur. Resmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.

Şekerim, Şekersin, Şeker…

20160424_093931

Doğduğunda pamuk prenses gibiydi. Simsiyah saçları ve pespembe yanaklarıyla ağlayarak karşıladı o ilk, mucize nefesi İpek bebek… Yaşamını, heyecanları ve hayalleriyle şekillendirecekti. Dört kardeşten en büyüğüydü. İnatçıydı. Zaman zaman asi çıkışlarının ardında şeker gibi bir kızdı. İlk çocuk olarak erkek hayal edilmiş bir evde, önceden hazırlanmış isme uymadığından bir takvimin yaprağından şansı yakalamış, kaderi kendi oyununa dönüştürebilecek bir bebekti. Takvim yaprağında; günün şanslı kız ismi “ipek”ti. İşte ipek ilk kozayı o gün yırtmıştı. İpek ismi O’na çok ama çok yakışmıştı. Büyüdü. Büyürken, mavi siyah gür saçlarının altında devamlı kırpışan kirpiklerinin arasından merakla izledi etrafta olan biteni. Hep bir telaş, hep bir heyecan vardı gözlerinde. Bu ritme eşlik etti yüreği… Bir uçurtma edasıyla hayallerini uçurur, heyecanla bekler dururdu hayallerinin gerçek olacağı günleri…
Yıllar yılları kovaladı 2001 yılında VHL ile tanıştığında yaşamına adeta bomba düştü… O zamanlar farkına varmamış olsa da çok sonraları doğumundaki kadar şansla bezendiğini fark edecekti. Sınavlardan ibaret yaşamında, şükürler seviye atlama kutlaması olarak yürek sesine pelesenk olacaktı. İlk duyduğunda ne olduğunu anlamamıştı elbette. Sonraları VHL’yi “Ve Hayat, Laf-ı güzaf” olarak tanımlayacaktı. Çünkü aşılması gereken sınavların sonunda ulaşılacak “hiçlik mertebesi” bilgisine artık haizdi. Yaşamına Von Hippel Lindau adıyla düşen bu hastalık, onu sağlığa götüren ışıklı yolun ilk perdesini aralamasına fırsat vermişti. Sınav kendisiydi. “Nefsi ile hisleri” , “Dünya ile ötesini” kısaca hayat ve ölüm gerçeğini içselleştirme şansını deneyimlemek yani pişmek için daha güzel bir sınav sunulamazdı insan denen varlığa. Varlığa tutunmak için bilgiyle donanmaya karar verdi. VHL, tek organda rastlanabildiği gibi çoklu organ kistleri ile de görülebilen genetik bir vakaydı. İçinde şeker hastalığına uzanabilecek yoldan habersiz tam bu anın bir yıl sonrasına tarihlenen bir zamanda, yani ipeksi hislerinde en güzel kelebeklerin uçuştuğunu gördü.

Aşkın rüzgarında savrulurken, sol böbreğindeki kistlerin birinci ve ikinci derece kanser olduğu ortaya çıktı. Bu durum, her ne kadar “hayatına hoş gelmiş sefa gelmiş” edasıyla buyur edilmese de pozitif duyguların ahengine kapılması uzun sürmedi. Ameliyat kararı, aşkla sınandı. 2003 yılının sıcak ve güzel bir yaz gününde Eylül’de evlendi. Evliliğin üçüncü ayında eşinin tuttuğu küçük elleri, hayata kocaman tutunmasına sebep oldu. Takvim 2004 yılı Ocak ayını gösterdi. Ameliyathanede moral iğnesinin de etkisiyle olacak konser verdi. Doktorları durumu şöyle özetlemişti; “O kadar güzel söylüyordu ki, vallahi genel anesteziye bir türlü geçemedik.” Aynı operasyonda sol böbreği alınırken, pankreasının uç kısmında bulunan kistlerden biri nedeniyle pankreasının bir bölümü de alındı. Dediler ki; şeker kontrolü gerekebilir. “Şeker de kim şekerim? Tabi ki kontrol edebilirim.” dedi… Öyle de yaptı. Kısa zamanda toparlandı ve iki yıl sonra 2006 yılında dünya tatlısı bir oğlu oldu. Adını Toprak koydu. Güçlü, hayat veren, can’dı. Can buldu. Hamilelik şekerini diyet yaparak öyle güzel yönetti ki; 60 kilo hamile kalıp 60 kilo doğuma giderek 3.750 gr. Bebek dünyaya getirdi. Başarılı bir süreci gerçekten iyi yönetmişti. “Şekerim sen bu işi biliyorsun.” dedirtti. İlk o zaman tanıştı nefsine hakim olabilmenin zorluğuyla. Yemek istenilen yiyeceklere “DUR!” diyebilmenin ne denli büyük bir iç savaş olduğuyla. Sağlıklı beslenme ile beslenme arasındaki farkla tanıştı. Şimdiye kadar adeta bir çöplük gibi boğazından aşağı yolladığı yiyecekleri saymanın zor bir sanat olduğuyla yüzleşti. Sanat demek çok doğru bir tanım aslında. Şeker; insanı “Yeme Sanatı Ustası” yapıyormuş yıllar içinde. Bu ünvanı hak etmek de öyle herkesin harcı değilmiş… Bir de spor varmış bu sanatın içinde. Her gün düzenli yaptığında kan şekeri üzerinde de olumlu etkilerini görüyormuş.
Bilgi bu gelişim yolunda en büyük itici güçmüş. Bilmiyorsan yönetemeyeceğin aşikarmış… “Amaan okuruz öğreniriz” cümlesini kurarak hafife almayınız sakın ola. Yukarıda hafifçe değinmiştim; ortaya çıkar bir iç savaş. Bu savaş benzemez başka savaşlara. Zihin oyunları bölüm bir ile başlar, vicdan sahneye çıkınca raitingler tavan yapar ve pek çok bölüm devam eder. Diyelim bir eğitimdesiniz, derse “ara” vakti gelir. Eğitim salonunun dışında çay, kahve ve benzeri içeceklerin yanında muhteşem atıştırmalıklar en güzel haliyle masada bekler… Masaya yaklaşsan bir türlü, yaklaşmasan bir türlü. İpeğin içinde tsunami… Serde delikanlılık var, gerçekte; şeker… Elde kalır tüm hevesler… Heves boğazından aşağı inmez, doya doya inse hayat çekilmez. Bu ne yaman çelişkidir. İpek, içindeki fırtınayı durultsa; sesleri bastıramaz… İyi ve kötü melekleri başrolü alır. Bildik repliklerini en tiyatral haliyle oynar.
Ye ye, bir şey olmaz, bir doz insülin yaparsın olur.
Yooo, asla olmaz, meyve ye sen meyve. Şekerim bunlar hep sağlıksız.
Ama çilekli tart ta çok şirin bakıyo yaa, sanki bana direkt bakıyo.
Aman şekerim, sen güçlüsün dön, kahveni al, geç salona. Hepsi yağ bunların, vıcık vıcık…
Yok ya, bir taneden hiçbir şey olmaz. Yürürüm ben çıkışta… Valla mis gibi kokuyorlar, yağlı da değil bir kere…
Sesler gitmez. Hele bir de yemişse, eğitimin bir saat sonrası kabusa döner. Neden mi? Şeker çıkar, vicdan devreye girer. Bu sefer o konuşur; “Eee, sana demiştik, yeme diye. Bak çıktı şekerin, hadi bakalım. İnsan bile bile kendine bu eziyeti yapmaz şekerim. Aahh ahh! Hiç söz dinlemiyorsun. Bütün değerlerin oldu allak bullak. Eğitim bir hafta ise varın hali siz düşünün. Eğitim durgun, İpek yorgun. İçinde kazanan iyi meleğiyse en edalı haliyle salınır. Kötü meleğiyse kazanan; savaşı bir sonraki öğüne kadar vicdan sesleriyle sürer gider… Şekersen bilirsin. Nasıl ki bir duyu organı bedende kayıpsa, diğer duyuların sezgi kapasitesi ön plana ve dahi maksimuma çıkarsa, şekersen iç seslerin ön plana çıkar şekerim… Susturamazsın. Sözün özü; her şekerli, er ya da geç bir yeme sanatı ustası olmaya mahkumdur.

İpek, arada “diren şekerim” diye sloganlar savursa da gerçekle gün be gün , hatta her öğün yüzleşir. Nefis mücadelesinde kan şekeri takip çizelgesine zafer skorlarını savaşı kazanan olarak yazar, yazar, yazar… Bedeli kanla ödenmiş o şanlı tarih keşke hep böyle yazsa şekerim. Elbette gün olur mağlubiyet skorları da tarihin tozlu kan şekeri takip çizelgelerinde yerini alır. İnsan kendini de kabul etmeli şekerim. İyisiyle kötüsüyle insanı insan yapan zaafların yönetimine talip olmalı her birey. E şekerim, şeker de böyle bir şey…
Her şey yolunda giderken 2010 yılında dünya güzeli pembe yanaklı bir kızı kucağına aldı İpek… Doğrusu şekerim bu pek kolay bir hamilelik olmadı İpek için… İnsüline başladılar, diyet epey sıkıydı. Mecburi yürüyüşler… Aç gezen, sinirli hali doğumla sona erdi. Dayandı tüm güzel yiyeceklere, “Su”yu kucağına alsın diye. Aldı da. 60 kilo hamile kaldı, 55 kilo doğuma gitti. Öyle zorlu geçen nefis mücadelesi, 3 kg. pamuk şekeri gibi bir kızı kucağına almakla mutlu sona bağlandı. Ve bu kez doktoru dikkat et ki şekerim, hamilelik şekeri kalıcı olmasın dedi. Elinden geldiğince dikkat etmeye çalıştı İpek. Kah uydu, kah uyamadı.
2014 yılında endokrin kaynaklı pankreas tümörleri nedeniyle “whipple” kararı alındı. Whipple sonrası yeniden yapılandırılan zengin iç dünyası için Tesla biyografisinde sonradan okuyacağı bir Tesla sözü daha sonra o zenginliği doğrulayacaktı. Tesla; insanlar için “etten kemikten makinalar” demişti. İpeğin muhteşem makinesi, mükemmel sağlığa yol almak için ameliyatın ilk günlerinde çocuklarının sesiyle motive olmayı adeta roket hızına benzetiyordu. Hastane koridorunda yürürken kızının; “hadi anneee, anne hadiii” sesiyle tutunduğu can ona çok iyi geldi. Öyle can buldu ki; bedeninden sarkan iki drenaj topuna aldırmadan dördüncü gün mezdeke klibi çekip rekorlara imza attı. 5.gün iğne eğitimi başladığında korkularıyla burun buruna geldi. Hatta iğneden öyle korkuyordu ki; “getirin pankreasımı ben yutarım, şöyle sallanırım yerine oturur” diyerek doktorlarını güldürmüştü. O 4 milim iğneyi batırmadan anestezi yapsalar hiç hayır demezdi. İlk 3 ay iğne öncesi 5 dakika meditasyon yapan İpek zamanla alıştı bu duruma. Bir de insülin kokusuna alışmak zaman aldı. İlk günler kötü kokulu bu madde kusmasına sebep olurken sonraları vücudu ona da alıştı. Yemekle imtihanı hala sürmekte…
İpeğin pankreası olmadığı için düşme eğilimli olan şekeri ile ilgili çok ilginç hikayeleri oldu anı defterinde. Geçen yıl ameliyat sonrası aylarda güvenli limanım dediği evine adeta kendini kilitlemişti. Dışarı çıkmak söz konusu olduğunda kara kara düşünüyor, ne yapacağını bilemiyordu. “Ya yemek saatime dışarıda denk gelirsem?” “Ya iğnemi unutursam?” “Ya şekerim zamansız düşerse?” “Ya şekerim çıkarsa?” şeklinde sıraladığı mazeretlerle hayatını zehir etmişti. Evine kendini hapsetmişti. Şeker İpek anladı ki; doğru diyabet yönetimi, kişiyle uyumlanacak doğru doktorla gelecekti. Her şekerli, kişilik özelliklerine uygun bir doktorla sürece devam etmeliydi. Örneğin espri anlayışınız yüksekse, haliyle işini ciddiyetle ele alan bir hekime espri yaptığınızda, yersiz ve hadsiz sınıfına geçilecekti. -Ki diyaloğun ahengi o an itibariyle bozulacak odadaki hava buz kesecektir. – Ya da size baka bir örnek; Saatlerce beklemek pek şekerliye uygun değildir. Hele konuşmayı seven bir şekerliyse Devlet Hastanesinde bir hekim seçmek de şekerliyi tatmin etmeyecektir. Herkes için vakit elbette değerlidir ancak yolu Devlet Hastanelerinden geçen şekerliler bilirler; o değerli hekimlerin vakitleri, hekim başına düşen şekerli sayısından mütevellit “altını” es geçelim, “elmas” değerindedir. O dar alanda Şekerlinin her zaman söyleyecek çok şeyi varken Hekim istemese de kendine ayrılan sürenin sonuna gelir ve başka baharda ya da başka mekanda buluşmak üzere ayrılık rüzgarıyla savrulurlar. Uyumun ritmi bozulur.

Haddizatında hekim ve şekerli uyumu özel öneme sahiptir. Hekimde şekerliyse nasıl bir sinerji oluşur bilinmez ancak İpekçe, şekerli hekim 5 yıldızlı uyum standardına yerleşir. Hekim, hekimlik bilgilerini sunmanın yanında psikolojik olarak anlayışla, fizyolojik olarak da yaklaşımıyla “Şekerliyi” mest etme potansiyeline vakıfsa “Şekerlinin” vazgeçilmezi olur. Diyetisyen, nefs ile gerçeğin dengelerini ayarlar. Şekerli için bunu ayarlamak hele hele iç savaş sürerken hayli yorucudur. O nedenle şekercim, tüm bu süreçte üçlü saç ayağı devreye girer. Diyetisyen Hekimi, Endokrin Hekimi ve Şekerli bu saç ayağını kurup “Sağlıklı Diyabet Yönetim Sanatını” icra ederler.
İpek son bir yıl içinde şeker ölçüm aletinin ölçemediği düşüklük ve yükseklikte şekerle tanıştı. Kah şekerini yok sayıp yemeklerini özgürce yemenin dayanılmaz vicdan yükünü çekti, kah düşen şekeriyle otoban hızına kavuşan nöron bağlantılarını keşfetti. Sporun kan şekeri düzeylerine olan etkisini gördü. Tek başına spor yapmayı sevmediği için hali hazırda düzenli spor yapmayı yaşamına arzu ettiği seviyede yerleştiremese de, tüm bunlardan öğrendiği yegane gerçek; yaşamın her birey için özel bir anlam taşıdığıydı. Son 6 aydır karbonhidrat sayımı konusunda Türkiye’nin önde gelen ve gelecek nesillere yol gösterecek değerli bilgelerinden ders alıyor. Bu süreçte kilo almadığı için yaşını da ele vermediğinden ne giyse yakıştırıyor kendine.
İpeğe göre yaşam; çevresiyle, bilgi ve görgüsüyle, sevdikleriyle, öğrendikleriyle, keşfettikleriyle, dostlarıyla, işiyle, kültürüyle kısacası içinde yaşadığı dünyayla tastamamdı. Bir yüce kapsayıcının gücünü unutmamak kaydıyla; Sevgi… Her ne yapıyorsak ve her neyle mücadele ediyorsak içinde sevdiklerinin ve sevginin gücünü hissetmeyen insan varlığını ve aidiyetini sorgularken buluyordu kendini. İşte bu anlam arayışı İpeği Milton Erickson felsefesine taşıdı. O felsefeyle tanışan İpek; an’da kalmaya ve anları korumaya karar verdi. Şekeri yönetmek belki biraz da “an’larda” gizliydi. An’lardan aldığınız tatlar yoğun, hayat ışığınız kosmoz kadar güçlü olsun Şekerim. Her şekerli isterse hayat enerjisini geçmiş deneyimlerinden hareketle geleceğe tam olmasını istediği gibi ve sevgiyle yansıtabilir. İnsan yeter ki “nasıl yaparım?” sorusunu bir kez kendisine sorsun. Gerisi gelir. Şekerim, şekersin , şeker…

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundur. Resmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.

FİLİZ’İN OKUL HEYECANI

20160422_180348

Filiz, çok güzel bir yaz tatili geçiriyordu. Yazlık komşularının çocuklarıyla her sabah kahvaltı sonrası sitenin ortasındaki palmiyenin altında buluşuyorlardı. O gün oynayacakları oyunları, boyayacakları taşları, havuza nasıl atlayacaklarını konuşup gülüşüyorlardı.

Cumartesi günü çok eğlenceli geçecekti. Onlar konuşmaya dalmışken Eda’nın annesi yanlarına geldi; öğleden sonra İzmir’e döneceklerini ve Eda’nın pazartesi okula başlayacağını söyledi. Beril ve Filiz de pazartesi okula başlayacaktı. Eda annesine “Bu gün havuza girebilir miyim anne?” diye sordu. Annesi “öğleye kadar çok vaktimiz var, eğlenmeye devam edin çocuklar” dedi. Çocuklar o sevinçle zıplayarak ellerini havada buluşturdular. “İşte bu, yaşasın!” diyerek doğruca mayolarını giyinmeye gittiler. Anneleri güneşten koruyan kremlerini sürdü. Havluları ve gözlükleriyle havuz kenarında buluştular, gözlüklerini takıp havuza çivileme atladılar.

Öğleye kadar havuzun ve güneşin tadını çıkardılar. Öğleden sonra Eda’ları İzmir’e uğurladılar. Akşam yemeğinden sonra Filiz’ler de İzmir’e dönecekti. Belki hafta sonları yeniden buluşabiliriz yazlıkta diyerek Filiz ile Beril de vedalaştı.

Filiz ve annesi ertesi gün okul alış verişine çıktılar. Yeni okul ayakkabısı ile rahat, renkli kıyafetler tam da Filiz’in istediği gibiydi. Sırada okul gezisi vardı. Çanta, kalemler, rengârenk boyalar, defterler, yeni yeni kitaplar olacaktı hayatında, ne güzel! Yeni arkadaşları kimler olacaktı acaba? Çok heyecanlıydı Filiz. Annesiyle birlikte okulun kocaman kapısından içeri girdiler. Okul müdürü Aylin Hanım gülerek kapıda karşılıyordu gelen minik misafirlerini. Küçük hanım efendiler ve küçük bey efendiler merakla okulu keşfetmek için sabırsızlanıyordu. Okul girişinde sağ tarafta kız ve erkek tuvaletleri vardı. Filizin hemencecik dikkatini çekti. Annesinin eteğini telaşla çekiştirirken göz bebekleri ışıldıyordu; “Annecim bak! Minicik tuvaletler ve lavabolar var! Ne güzel değil mi?” dedi Filiz. “Hemen ellerimi yıkamak istiyorum!” diye ekledi. Aylin Hanım; “Çok mutlu oldum bunu duyduğuma, ellerini yıkadıktan sonra okulumuzu gezmek istersen sana eşlik edebilirim.” dedi. Lavabolara heyecanla yürüyen Filiz, başını çevirmeden; evet gezmek isterim, minik eşyaları çok severim” dedi. Annesi diğer çocukların anneleri ile bekleme salonuna geçti. Evde tabureye çıkarak ellerini yıkayan Filiz kendi boyuna uygun lavaboda ellerini yıkamanın tadını çıkardıktan sonra kapıda bekleyen Aylin Hanım’ın elinden tutarak diğer çocuklarla birlikte okul gezisine başladı. Aylin Hanım çocukları eğitim sınıfına alarak, bir yıl boyunca onlara eşlik edecek Mine Öğretmen ile tanıştırdı. Mine Öğretmen de Aylin Hanım kadar güler yüzle ve sıcacık bir sarılmayla karşıladı tüm çocukları. İçeride çok renkli ve sihirli bir dünya varmış gibi sağa sola bakarak girdi çocuklar. Kızlar karşıda duran minik mutfağa doğru ilerlerken erkekler de kırmızı spor araba maketinin içine ilerledi. Filiz; “Burada kurabiye mi yapacağız öğretmenim?, ben kurabiyelere bayılırım dedi. Öğretmen Mine Hanım çocuklara neler yapacaklarını bir bir anlattı. Minik renkli sandalyeler içinde herkes en sevdiği renkteki sandalyeye oturmuş ve sanki bir masal dinliyorlarmış gibi öğretmenlerine bakıyorlardı. Öğretmenleri açık ve kapalı oyun alanlarını gezdirdi. Kış ve yaz aylarında oyun oynayacakları çok güzel kaydırakları, minik evleri, salıncakları, plastik oyun blokları tüm çocukları büyülemişti.

Filiz’in annesi, okul müdürüne “Çocuklar oyun oynarken ne çok şey öğrenecekler kim bilir? Dedi. Aylin Hanım; “Çocuklar eğlenerek öğrenirler. Biz büyükler de çocuklar kadar renkli bir dünyada çalışabilsek, nasıl yaratıcı işler ortaya koyardık? Düşünsenize!” diyerek yanıtladı. Tam da bu sırada yüzme havuzuna doğru ilerleyen çocukların içinden Filiz annesine doğru koşarak geldi. “Annecim havuz varmış, yazlıktaki gibi burada da yüzmeye devam edeceğim” dedi. Annesi “Burada pek çok yüzme stili öğreneceksin, sen ve arkadaşların eğlenerek öğreneceksiniz. “ diyerek onu kucakladı.

Bekleme salonuna geri döndüklerinde öğretmenleri 5’ten 10’a kadar kartlar dağıttı çocuklara. Ardından;

-“Evet çocuklar pazartesi yeniden burada sizi bekliyor olacağım. Şimdi size dağıttığım kartlar ile ne yapacağınızı merak ettiğinizi fark ediyorum. Hepiniz dikkatle incelediniz. Bir oyun var bildiğim, oynamak ister misiniz?

Hep bir ağızdan çocuklar “Evet!” dediler.

-“Elinizde 6 kart var, sayalım birlikte; 5, 6, 7, 8, 9 ve 10. Geçen yıl hepiniz 5 yaş sınıflarında öğrenmişsiniz, sınıfta hepiniz 20’ye kadar harika bir hızla saydınız. Sorumu soruyorum; Elinizdeki en küçük sayıyı bana gösterir misiniz? Çocuklar hemen 5 sayısının kartını öğretmene gösterdiler. -“Süpersiniz çocuklar! ”dedi Mine öğretmen. Şimdi 8 sayısından önce gelen sayıyı bana gösterebilir misiniz lütfen! “Çocuklar doğrudan oldukça emin bir şekilde hemen 7 sayısının kartını öğretmene gösterdiler.

-“Harikasınız” dedi öğretmen. “Peki, son bir soru size; okul gezisi sizi ne kadar mutlu etti desem bu duygunuzu en iyi ifade eden sayı hangisi olur çocuklarım?”

Çocuklar bu soru üzerine 10 kartını bulup öğretmenlerine gösterdiler. Öğretmen hepsini alkışladı. Tek Tek minik ellerini sıktı ve teşekkür etti. Tüm çocuklara minik bir hediye hazırlamıştı. Yüzme derslerinde kullanacakları ve üzerinde okulun adının baş harflerinin yazılı olduğu yüzücü bonelerini hediye etti.

Gezi sona ermiş, öğretmeni ve okul müdürü tüm çocukları ve aileleri kapıya kadar uğurlamıştı. Filiz sürekli arkasına dönerek el sallıyordu. Çok mutluydu okula başlayacağı için. Annesi ile eve dönerken Filiz; “Annecim okul da yaz tatilim kadar güzel geçecek, keşke hemen pazartesi olsa ” dedi.

 

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundur. Resmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.

İçimin  Dağlarından Akan Sözler

20160424_105313

Bir kuşun kanadına asılı kalır bazen yüreğim

İnemem yeryüzüne

Sığamam hiçbir yere

Aidiyetimi sorgularım zihnimde

İmgeler uçuşur düşümde

Us elde

El yürekte

Yürek sıkışmış geçmişin içinde

Bazı günler soluksuz geçer

Bazen sorunsuzdur ilişkiler

Gün olur hep neşeyle

Gün olur içinde biriktirdiklerinle geçer

Hep o küçük kız çocuğu

Bir yerlerden beni seyreder

Geçmişten bir sayfa açtığım zamanlarda

Birisi usulca dokunsun isterim

Okşasın saçlarımdan şefkatle

Başımı koyup dizine

Geçmek isterim başka bir aleme

Bir sızı duyulur keskin, derinden

Kapanmadığını bilirsin

Örtülüdür kaderin acımasız eliyle

Ve zaman çekip alır O örtüyü

Aralamak istemediğin bir yerde

Tam da unuttum dediğinde

Çıplak, savunmasız, sessiz,

Kimselerin görmesini istemediğin

O bakış, o duygu

Yakalar ensenden

Ve

O derin yalnızlık…

Boşluk…

Keder…

Kalbimin üstü dalgalı bi deniz

Korkarım alabora olmasından hayatımın

Alargada beklerim çoğu kez

Dinsin yılların deli dalgaları

Yalayıp geçsin o rüzgarlar,

İçimdeki korkuları…

İşte bu benim özlemim,

Bu benim bitmeyen sancım,

Anneme akan yaşlarımdır…

İnce ince düşer yaşlar üzerime

Tane tane düşer aklar saçlarımdaki her bir tele

Çizgiler bir oyun gibi belli belirsiz yüzümde

Eğlenirim kendi evciliğimin gerçekliğinde

Kah oyun benim içimde

Kah ben hayatın içinde

Dökülür kağıda

Dudaklarımdan dökülmeyenler

Bir beyaz kağıt saflığında

Takılı kaldı ipekten geriye

İpek gibi bir kalp içinde

Hiç büyümeyen o küçük kız

O hep biraz çocuk

Ve biraz kadın

Ve çoğu zaman anne

Büyüyemeyen

Belkide vaktinden evvel ergen

Sorsalar şimdi

Hangi yıllarımı yeniden yaşamak istediğimi?

Keşke derim

Verseler bana yeniden

O çocukluk günlerimi

Ben hep Annemli yıllarımda

Sabitlerim düşlerimi

Yılların hoyrat süpürdüğü,

Ellerimden zamansız götürdüğü,

Unutulmaya yüz tutan bir tutam anıyla

Duyumsadığım

O eşsiz ve benzersiz

Annemi çekmek isterim içime;

Annemi…

Birisi geri getirsin annemi!

Neden şimdi?

Niye benim annemi?

Hayat!

Biliyorum;

Bir tek bana sunmadın ki bu elemi

Buydu elimdeki salt gerçek teselli

Acıyla dağlanan onca yürek var etrafta besbelli

Yoksa kim katlanabilir ki yaşamda yüreği yangın yeri

İşte böyle çekiyoruz evrende mıknatıs gibi birbirimizi

Hislerimizi,

Sevgimizi

Seçip buluyorum

Seni, Onu ya da başka birini…

Gözlerim yaşlı,

Ellerim ürkek

Ama  yüreğim ayna gibi

Hem kendime hem başkalarına

Çevremde dimdik duran

Acıya var gücüyle karşı koyan

Benim gibi,

Senin  gibi

Bizim gibi

Ey zaman,

Eyleme bizi

Ağlatma bizi

Dağlama içimizi

Sevgiyle kuşat çehremizi, çevremizi…

İpekçe…

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundurResmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyatmüzikgüzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.

İ

 

BEYZA’NIN ÖYKÜSÜ

20160424_103322

Süleyman ve Ayşe’nin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi Beyza. Akçalı ailesi, İzmir’in Kavaklıdere köyünde tarım ve hayvancılıkla yaşamını sürdürmekteydi. Beyza’nın doğumuyla artık tam bir aile olmuştu Akçalılar.

Kavaklıdere, İzmir Kemalpaşa caddesi üzerinde seyrederken Belkahve’nin hemen karşısına düşen kendi halinde bir köydü. Ege’nin bereketli topraklarının, küçük parçalarından biriydi Kavaklıdere. Başta zeytin olmak üzere her tür sebze ve mevyeyi yetiştirmek mümkündü. İşte Akçalı ailesinin yaşam öyküsüne ev sahipliği yapan bu köyde günler; o eski günler, zaman; o eski zamandı.

Süleyman ile Ayşe görücü usulu evlenmişti. Süleyman’ın derme çatma dünyasına; bir karyola, bir kilim ve bir sandıktan ibaret çeyiziyle gelen Ayşe mutlu muydu bilinmez sezilirdi ancak o devirde. Yeni bir hayat başlamıştı bir göz oda içinde. Nohut oda bakla sofa yerini bulmuş, Ayşe yeni hayatına başlamıştı.

Önce Beyza dünyaya geldi, iki yıl arayla Müzeyyen ve Kadri’yi aldı kucağına Ayşe. Aradan geçen yeni bir yılda da Orhan’ı eklediler minik ailelerine. Öyle pek minik de sayılmazlardı artık. Altı kişilik kocaman bir aile olmuşlardı.

Süleyman babadan kalma küçük arazilerinde, zeytinciliğin yanı sıra şeftali, kayısı, ayva, nar başta olmak üzere meyvecilik ile uğraşıyordu. Öte yandan evin bitişiğine konumlanmış,  damda ailenin ihtiyaçlarını karşılayacak hayvanları besliyorlar, ihtiyaç fazlası süt ve yumurtayı köye veya civar köylere satıyorlardı.

Çocuklar palazlandıkça Ayşe ve Süleyman’ın üzerinden birer ikişer yükleri almaya başladılar. Bu arada Beyza büyüdü, serpildi, on üç yaşında güzel bir genç kız oldu. Köyün genç kızlarıyla düğünlerde boy göstermeye ve dikkat çekmeye başlamıştı.

Köyde herkesin kirli çamaşırlarının yıkandığı  “küçük çay” denilen harika bir yer vardı. Yemyeşil ağaçlarla süslü, kıyısında küçük yengeçlerin dolaştığı derenin, minik çağlayanına yakın yerinde yıkanan çamaşırlar tertemiz olurken, derenin daha sığ üst kısmında çocuklar ağaç kabuklarından yaptıkları gemileri yüzdürürlerdi.   Küçük çay’a Beyza ile Müzeyyen çamaşıra gittiklerinde işlerini çarçabuk bitirip evlerine dönme telaşına düşerlerdi. Çok konuşmaz, dedikodulara karışmaz ama kim ne yapmış ne etmiş dinlemekten de geri kalmazlardı. Koskoca bir saat içinde aralarında şu kısa konuşma geçti;

Beyza: Müzeyyen,  yarın babamla tarlaya sen gidiver, ben damı temizler, hayvanları yemlerim, sonra da ekmeği yoğurur fırına verir, evi siler süpürürüm.”

Müzeyyen:  Olur ablacım, geç kalma da sonra çay demler otururuz, sana yeni yapacağım kanaviçe örneğini göstereceğim.

Köydeki rutin herkesi daha bebekken sarardı. Herşeyin zamanı vardı, sabah vakti erkenden kalkılır, tan ağarmadan hatta. İnek ve keçiler sağılır. Yemleri, suları verilir. Bahçedeki taş fırına ekmek verilir, sofra kurulur, folluktan yumurtalar alınır, bahçe yıkanır, salatalık , domates , yeşillik toplanıp bir güzel sofra donatılırdı. Yoğurt, süt, ayran , tereyağı evde yapılır, Yazlık kışlık erzak hazırlanır. Yaz ve kış temizlikleri yapılır. Temizlik, yemek ve işler bitince gezmeye de muhakkak gidilirdi.

Çaydan döndüklerinde annelerinin yaktığı odun ateşinde demlenmiş çaydan birer bardak koyup soluklandılar. Erken kalkar, pek çok işi yapar, sızlanmazlardı. Çalışkan, sorumluluklarını küçük yaşta almış, ruhu yetişkin küçük canlardı onlar. Çamaşırın yorgunluğu bir demli çayda atılmış, ev köşe bucak temizlenmişti.  İkindiye kadar işleri bitirip aşağı mahalledeki akrabaları “Huri Teyze”lerine azıcık oturmaya gideceklerdi.  Planlar babalarının eve erken gelmesiyle değişti. Gezme başka bir güne ertelendi. Süleyman efendi özellikle akşam ezanından sonra kimsenin dışarıda olmasını istemezdi.

Çatık kaşlı, sert yüz hatlarına sahip kaytan bıyıklı, esmer, fazla konuşmayı sevmeyen, sevdiğini belli etmeyen, aslen yumuşak yürekli, mizacı pek ciddi bir osmanlı erkeğiydi. Konuşmaktan çok evde işaret dili kullanılırdı. Çocuklar yıllar içinde bu dili de öğrenmişti. Kaşlarla, gözlerin anlattığı bu dili köyde hemen hemen herkes anlıyordu. Misafir gelince daha bir ehemniyetliydi anlatılanı anlamak. Hele bir anlamazsan, misafir gidince vay haline. Beyza’nın konuşmak yerine niye böyle işaret dili kullandıklarını anlaması, omzunu teğet geçen annesinin iki terliği sonrası ani bir kabullenişle gerçekleşti. Komik bir durumdu. Kabullenmiş gibi görünsede yüzünde hep bir tebessüm olurdu. Diyelim misafir geldi; annesi başını kolonya şişesinin olduğu tarafa eğip kaşlarıyla şişeyi işaret etti mi, misafire kolonya ver demekti. Ne içersiniz? diye sorulduktan sonra evin kızlarından biri ile göz teması kurulur, işin kendisinde olduğunu anlayan mutfağa yönelirdi. Yemek yerken de su alabilir miyim yerine, kaşlar kalkar gözler suyu işaret ederdi. Bu, su verir misin demekti. Beyza bunu babasına sorduğunda sofraya saygı göstermek gerek demişti babası.   Öyle kırk saat sofrada eylenilmezdi (1) Süleman bey gelmeden sofra bezi serilir, yer sofrasını kurulur, tahta kaşıklar, bakır kaplar, kupalar sıralanırdı. Süleyman bey eve gelip ellerini yıkarken anne yemekleri ısıtır, bakır tencereyi sofraya koyardı. Baba sofraya oturduktan sonra çocuklar da etrafına sıralandı mı, çıt çıkmazdı.  Süleyman bey “-Yemek yendiği gibi sofra kaldırılır, kaldırılmazsa melaikeler (3) kanat gerer.” derdi. Zaten sofra da yeme içme işi bitince kalkıp toplanma, kahve pişirme ve az sohbet sonrası yatma sırası gelirdi.

Ayşe’de yokluk içinde büyümüş, savaş yıllarını görmüş, yoktan var etmeyi bilen bir annecikti. Süleyman otoriterdi amma velakin az dikkatli bakan gözlerindeki sevgi ışığını ve yüreğinin sıcaklığını hemencecik hissediverirdi. Ayşe ve çocukları bu otoriter yapıyı iliklerine kadar hissediyordu. Hele Müzeyyen; babasından gördüğü  otoriter yapıyı ileride kendi çocuklarına ve hatta torunlarına bile aşılayacağını elbette ki o zamanlar bilmiyordu. İleride torunlarına babasıyla olan anılarını aktaracağından habersiz o zaman içinde büyüyordu.

Ertesi gün, akşam konuştukları üzere Müzeyyen sabah namazını müteakip babasıyla tarlaya çapaya yollanmıştı. Öğle üzeri geri döneceklerdi. Beyza’nın evdeki işleri toparlayacağını dün gece yatmadan önce kararlaştırmışlardı Ancak eve döndüklerinde Beyza’nın hastalandığını öğrenecek olan Müzeyyen ev işlerini de yapmak zorunda kalacaktı. Akşam yemeğinden sonra mutfağı da toparlayıp yatmaya çekildi.

Kadri ile Orhan yaşça küçük olduklarından işlere pek faydaları dokunmuyordu. Hayvanları yemleyip otlamaya götürebiliyorlardı ama geri döndüremedikleri için bazen günlerce kaybettikleri hayvanlarını dağlarda aramaya çıkıyorlardı. Hatta bir keresinde Orhan’da abisinden ayrılıp kaybolunca bütün köy birlik olmuş karanlık basmadan hem Orhan’ı hem kaybolan 3 koyunu aramaya koyulmuşlardı. O günden sonra hayvanların otlatılması işini de Müzeyyen üstlenmişti. Hem kardeşlerine hem hayvancıklara göz kulak olmak zor işti elbet. Yine de söylenmez ne görev gelirse elinden geldiğince yapardı.

Müzeyyen daha çok babasını model alan disiplinli sert mizaçlı, kalbi sevgi dolu biriydi. Beyza’nın ise gözlerinin içi gibi yüzü de hep güleçti. Kadri ile Orhan ikisinin arasında bir simadaydı.  Yıllar sonra Beyza’nın bu güleç simasında; çenesinin iki yanında,  erik tanesi gibi topikler oluşacaktı.  Beyza sevimli ama bir o kadar da yalnız ve hüzünlü bir ihtiyar olacağını kime sorsan inanmazdı o güzelim gençlik yıllarında.

Beyza yapı olarak zayıf bünyeli daha da ötesi zora gelemeyen biriydi. Zamanla Müzeyyen ev işlerinin yanında babasının da yükünü üstlenmek zorunda kalacaktı. Çünkü ablasına aniden görücü gelecekti.

Ve bir sabah kahvaltının ardından anneleri folluktan yumurtaları toplamaya koyulmuşken, eve giren çıkan belli olsun diye kapıya bağladıkları  inek çanlarının sesini duydu;

Komşu:  -“Ayşe abaaa, huuuu, evdemiinnn?”

Ayşe: – “Geliyom, geliyom, az bekle.”

Komşu: -“Hayırlı haber var komşum.”

Ayşe:  -“Hoş geldin, hayır olsun bakam, hayırdır?”

Komşu: -“Hayır, hayır, senin Beyza’ya talih kuşu vurdu Ayşe, Kostak Emin’i bilirsin”

Ayşe: -“… ha ha bildim kız, de bakem hele”

Komşu: -” hah işte O’nun dayısının oğlu sümüklü Hüseyin’i bildin mi?

Ayşe: -“… yok bilemedim, çıkaramıyom.”

Komşu: -“Canım anası Kemalpaşa’ya gelin gittiydi ya, hani varlıklı diye verdile de oğlanın bi dikili ağacı yoktu.”

Ayşe: -“Ha, ha, ha, tamam bildim. Kız Allah canını almaya, hadi de gari ne deyeceksen.”

Komşu: -“Hah iste onun oğlu. Bayram seyranda gelirlerdi yingelerine el öpmeye de, bizim oğlanlar sümüklü diye dalga geçerdi hani.”

Ayşe: -“Eee, n’olmuş komşum?”

Komşu: -“O sümüklü oğlan, mürekkep yalamış, muallim olmuş, vakti geldi diye hayırlı bi nasip ararlarken, senin Beyza’yı geçenki düğünde oynarken görmüş, beğenmişler. İstemeye geliveceklermiş. Eh, elçiye zeval olmaz, bana müsaade komşum. Sen Süleyman Efendiye münasip bi dille deyiver, gayrı ben haber bekliyom senden.”

Ayşe: -“Vay başıma gelenler, gııız çok küçük benim Beyza’m daa on üçüne yeni bastı, du bakalım, ya nasip.”

Komşu: -“Valla Ayşe aba, bu zamanda mürekkep yalamış kaç kişi var, aha bak bizim köyde hiç yok. Sen var düşün taşın. Hadi kal sağlıcaklan. Haber ediverin Müzeyyen’le bana.

Ayşe: -“Allah razı olsun haberi getiren götürenden komşum, sağlıcaklan kal abacım.”

Ayşe çok şaşkındır. Beklenmedik bir vakitte tez karar vermeleri gerekmektedir. Beyza,  Müzeyyen gibi cabbar , çekip çevirebilemez.  Ama böyle kısmette her kula nasip olmaz. Öyle ya, köyde muallime kızını vermeye meraklı ne çok ev vardır. Kafası karışıktır. Süleyman efendi nasıl karşılar? bilmez. Nasıl söyleyecek bilmez. Üstüne yatar o gece. Uyuyamaz, sabahı sabah eder. Sabah olunca Süleyman’la Müzeyyen’i tarlaya gönderdiği gibi, Beyzayı ev işlerine koyar, bi koşuda soluğu Ruhsar Abacığının evinde alır. Olanı biteni bir çırpıda anlatıverir Ayşe. Ruhsar Abla; önce dinler. Ayşe konuşmasını bitirince, yüzü gevşer, kahkahayı basıverir; -“Ayol, beni Hasan’a verdiklerinde on yaşındaydım, on üç yaşında benim Veli doğduydu. Sevin bacım, sevin”. Ayşe kafası hepten karışmış vaziyette eve döner. Süleyman efendi, akşam yemeğinden sonra tütününü sarmış, cigarayı yakmış, bir tutam mercanköşkü kahvesine batırmış keyif yapıyordu. Ayşe düşünceli, bahçedeki limon ağaçlarına su veriyordu. Düşünceli hali; göle dönmüş limonların dibinden belli oluyordu.  Bunu gören kocası Ayşe’yi yanına çağırdı.

Süleyman: -“ N’oldu hatun, pek düşüncelisin?”

Ayşe: -“Öyle ya.

Süleyman: -“Anlat bakalım.

Ayşe: -“Dün Huri aba geldi, Kostak Emin’in Kemalpaşa’daki dayısının oğlu Hüseyin’e Beyza’yı istiyolar, muallim olmuş oğlan.”

Süleyman: -“Tevekkeli dün gece sabahı sabah ettin. Bu günkü günde de ağzını bıçak açmayışından anladıydım dilinin altında bi bakla olduğunu. Oğlan muallim olmuş ha, Beyza biliyo mu?”

Ayşe: -“Yok, Müzeyyen’le zeytine gitmişlerdi.”

Süleyman: -“Düşünelim bakalım, kızın yaşı küçük daha. Bir iki sene nişanlı kalmayı kabul ederlerse, muallime varmasını bende isterim elbet. Çağıralım gelsinler hanım, insanlar konuşa konuşa demişler. ”

Ertesi gün Huri’ye Orhan’la haber yolladı Ayşe Hanım. Haberi alan Huri öğleden sonra Ayşelere geldi.

Ayşe: -“Karşılıklı görüşelim, Beyza çok genç daha, nişanlı kalmayı kabul ederlerse olabilir.” dedi.

Aradan bir hafta geçmedi Hüseyin ve ailesi Kostak Emin’in önderliğinde Beyza’lara hayırlı bir iş için geldiler. Beyza yanakları elma şekeri gibi kırmızı, minyon tipiyle Müzeyyen’in pişirdiği kahveleri görücülere ikram etti. O gece oğlan tarafı Süleyman Efendi’nin söylediklerine katılmış, bir süre nişanlı beklemelerinin uygun olacağını belirtmişti. Birkaç ay sonra  Hüseyin’in tayinin Tokat’a çıkmasıyla çarçabuk evlenip gurbete gideceğini bilmeyen Beyza ise  tuhaf duygular içindeydi, yaşıtları arasında çocuğu olan arkadaşları da vardı, henüz çeyizini hazırlayan arkadaşları da vardı. Ama herkese birer ikişer görücü çoktan gelmişti bile. Beyza kendisinin de beğenildiğini anlamış, üstelik damat adayının muallim olması arkadaşları arasında bahislerinin geçmesine neden olmuştu. Sadece kızlar arasında değil tüm köy muallime varacağını konuşur olmuştu.

Bir iki yıl beklemeyi planlayan Akçalı Ailesi düğüne ilişkin hiçbir hazırlık yapmamıştı, Henüz çeyizlere bile başlanmamıştı. Beyza’nın kanaviçe işlediği bir nevresim takımını saymazsak. Derken iki ay sonra Hüseyin’in tayininin çıktığı haberi eve kabus gibi çöktü. Beyza’da bu iki ay içinde iki kez Hüseyin’le karşılaşmış, köy düğününde uzaktan kesişmişlerdi. Beğenmişti Hüseyin’i. Beyza ise beğenilmeyecek gibi değildi. Gülünce yüzünde güller açıyordu. Ve beklenen oldu. 1 Hafta içinde apar topar evlendiler, önce imam nikahları kıyıldı, sonrada köylü deyimiyle Hökümet nikahı. Küçük bir bohça çeyiziyle bembeyaz güleç Beyza Tokat yollarına düştü, yakışıklı eşiyle.

Süleyman Efendi ile Ayşe Hanım bu ani evliliği içlerine sindirememişlerdi ama damadın muallim oluşu biraz olsun rahatlatıyordu onları. Hep duydukları bir söz vardı; “Okumuş insandan zarar gelmez”. Efendi, uslu birine benziyordu Hüseyin. Aile istihbaratında da bir olumsuzluğa rastlamamışlardı. Kostak Emin köyün yerlisiydi, kimseye karışmaz, kendi halinde eşi ve iki çocuğuyla yaşam gayesindeydi. Ama genede Beyza daha çocuktu.

Aradan üç ay geçti Süleyman Efendi Beyza’dan bir telgraf aldı; Beyza gebeydi. Annesini doğumda yanında istediğini söylüyordu. Üstelik ziyaretlerine gelmelerini de istediğini belirtmişti.

Ana yüreği telaşlandı, acaba ters giden birşeyler olabilir miydi? Endişelerinde haklı olduğunu 4 ay sonra anlayacaktı.

(Devamı gelecek….)

 

(1) Boş yere vakit geçirmemek.

(2) Tahta; yuvarlak olup altında iki adet çapraz duran bacakları olan, bağdaş kurup yere oturulduğunda masa vazifesi gören, o dönemin meşhur yemek masası.

(3) melekler

 

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundur. Resmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.

“-miş” ve “melekler” üstüne bir masal…

img_9801

Bende bir annenin çocuğuydum.

Onun kucağında mutluydum.

Annen melek oldu dediler.

Elimde oyuncağımla avundum.

Seneler sonra anne oldum.

Kucağımda oğlumla mutluydum.

Bir de kızın olacak dediler.

İki melek bir evde, çoştum.

Melekler uçar, geri gelirmiş.

Paylaşılan gezegenlermiş.

Farklı görünse de her yer birmiş.

Sadece ruhlar biraz misafirmiş.

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundurResmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyatmüzikgüzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.

O’NA İTHAFEN…

20150420_181130

Uçuşan saçlarımın arasından geçip

Usulca dudaklarımdan dökülen

Us’la değil kalple demlenen

Sevgiyle örülen

Zamanla bezenen

Sen…

Nasıl karar verdin bilmem,

Doğru olduğumuza birden,

İki ayrı şehrin, ayrı iki ruhu,

Birleştiler bilmeden…

Bir sebepten…

Aşk…

Birer birer yıllar on’a dokundu

Döne döne çarklar yerine oturdu

Hiç bir şeye sözüm yoktu

Önce Toprak sonra Su

Kanatlanan biri oldu,

Ben…

Sen, Aşk, Ben.

© İpeginenerjialani sayfasında yer alan tüm yazılı eserler koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ya da kısaca FSEK,Türkiye‘de 5 Aralık 1951 tarihinde kabul edilmiş ve halen yürürlükte olan 5846 sayılı kanundur. Resmî Gazete‘nin 7981 no.lu sayısında yayımlanarak, 13 Aralık 1951 tarihinde yürürlüğe girdi.Kanun, bilgisayar programları dahil bilim,edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserlerinden doğan hakları tanımlar ve güvence altına alır. Buna göre ilgililerin bu eserler dolayısıyla maddi ve manevi yetkileri doğar.